hayvanat bahçesi macerası

Arkhe

Ayakucuma düşen tüm sevinç ve heyecanlarımı toparlamaya çalışırken ismimi duydum. Garip ve büyülü bir dünyaya adım atmama dakikalar kalmıştı.

“ Merhabalaaar, merhabalaaar… Aşkla, huzurla, mutlulukla, sağlıkla buradayız. Umarım dijital ekranlarında bizi izlemekte olan siz izleyiciler de öylesinizdir. Size şimdi muhteşem bir simülasyondan bahsedeceğim. Simülasyonumuzun ismi: Koca Ağız simülasyonu. Bu zamana kadar izlediğiniz tüm simülasyonları unutun ve kendiniz için güzel bir şey yapıp bizi yakından takip edin. Bugün, bütün duyu simülasyonlarını başarıyla geçen Pırıl Kılıç yarışıyor. Onu daha fazla bekletmeden buraya davet etmek istiyorum.”

Evet, bütün duyu simülasyonlarını başarıyla geçmiştim. Burada olmanın hazzı bir kenara; sadece tek, bir günü yaşamak içindi bunca çaba, emek ve istikrar.

“Hoş geldiniz Pırıl Hanım, tüm duyu similasyonlarını başarıyla tamamlayarak bu etaba kadar yükseldiniz. Bu yüzden tüm alkışlar sizin için. Bu etaba geçmeyi başaran sizden başka bir yarışmacının olmadığını biliyorsunuz. Peki, sizi izleyen ekranları başındaki takipçilerimize neler söylemek istersiniz?”

Sunucunun son sözlerine karşı suskunluğumu koruyup bir an önce oyuna başlamak istesem de bir şeyler söylemem gerektiğinin farkındaydım. Tebessüm ederek konuşmaya başladım: “ Beylik laflar etmeyeceğim sizlere, içimden ne geliyorsa onu söylemek istiyorum. Yarım kalmış insanların, veda ettikleri kişiyi uğurladıktan sonra severken ne kadar ürkekçe sevdiğini herkes biliyordur. Ben bu simülasyonlar sayesinde cesurca sevebileceğim bir günü arzuladım hep. Veda edilen kişiyle birlikte öldüğümüzün kanıtını gösteremeyiz belki ama yeniden doğmak için bugün buradayım.”

Konuşmam bittikten sonra kendimden beklediğim buymuş gibi: üzerime giydiğim heyecan gömleğimi çıkarmış; yerine soluk, sarı renkte hüzün gömleği giymiştim. Sunucu abartılı bir şekilde teşekkür ettikten sonra içinde yarışacağım oyunun simülasyonunu anlatmaya başladı:

“Bu gördüğünüz simülasyonun ağzımızın içi gibi tasarlandığını fark ediyorsunuzdur. Önde ve yanlarda sıralanmış olan otuz iki diş, dudaklar ve dilden oluşmaktadır. Bunun yanında diş etlerini ve damağı da görüyorsunuz.” dedikten sonra herkesi göz ucuyla süzen sunucu, etrafımızdaki robotların soğuk, metal yüzlerine aldırmayıp yine coşkulu bir şekilde devam etti: “ Ve siz, yarışmacı robotlar, benim canım robot arkadaşlarım. Bir dişin üzerinde yarışacak avatarı temsil ediyorsunuz, her birinizin avatarı hareketli olup bu simülasyon içinde bir görevi vardır. Bu görevler, asıl yarışmacı kişiyi elemek üzerine verilmiş talimatlardır. Oyun içinde hangi robotun avatarı, asıl yarışmacıyı vermiş olduğumuz görevlerle elemeyi başarırsa o robota başka simülasyonda daha üst düzeyde bir görev verilecektir. Hadi yine iyisiniz. Sizlere bol şans o zaman !”

Labirente hapsolmuş, peynir bulmak için çırpınan bir fare gibiydim. Dışarıdan acınası bir halde görünmem umurumda bile değildi. Sessizlik hüküm sürüyordu; herkes merakla bakan gözlerini, ağzı laf yapan sunucuya kenetlemişti.

“Ağız içi simülasyonunu, bir denizde bulunan sıralanmış kayalıklar gibi düşünebilirsiniz. Canlarım benim, bir de bu şekilde hayal edin. Yarışmacı kayalıklarda yani dişlerde gezinecek fakat denize düşmemeye çalışacaktır. Denize düşerse: cummppp ! Deniz dediğimiz şey ise dilimiz, damağımız ve diş etlerimizdir. Yarışmacı Işıl Hanım, kayalıklarda ilerleyerek farklı olaylar yaşayacaktır. Kayalıklardan yani dişlerin üzerinde düşerse simülasyon son bulur ve düşüren robotun oyun içinde yarışan avatarı kazanmış olur. Düştüğü takdirde boğaz geçidinden yemek borusuyla aşağı itilir. Eğer ki simülasyonu başarıyla bitirirse ağızdan dışarı yani aydınlığa çıkarılır. Eklemem gereken bir şey daha: Bir denizde rüzgâr ve su olmazsa olmaz. Bence olmaz, sizce olur mu onu bilemem. Ağzımızın içi de böyledir. Ses çıkarmak için akciğerlerden gelen hava ve besinleri çiğnemek için tükürük vardır. Bunlar da oyunun içinde rol alacaklardır. Şimdi herkesi kendi kabinlerine alalım ve size birkaç hatırlatmada daha bulunup oyunu başlatacağım.”

Yarışma stüdyosunda, otuz iki baş belası robot ve ben, bizim için diş şeklinde tasarlanan kabinlerimize geçtik. Hem gerçek dünyadaki sütüdyo hem de simülasyondaki oyun kocaman bir ağız şeklindeydi. Başımın sağ tarafına takılan küçük bir çip, beynimizin harcayacağı gücü sanal gerçeklikteki avatarlarımıza aktaracaktı. Düşüncelerimi şimdiden okuyormuş gibi benimkine benzer düşünceler içeren konuşmasıyla ve aynı ses tonuyla devam etti sunucu: “İnsanların ve robotların bilincini simülasyondaki avatarlara bu kabinler aracılığıyla sağlıyoruz. Umarım anlamışsınızdır, şeker şeyler sizi.” Benim ise kafamdan ziyade kalbimde bir alarm çalıyordu.

Ani şekilde kesin bir dönüş yapmıştım. Muhtemelen diş minesinin sert ve engebeli yapısından kaynaklanıyordu. Terden birbirine yapışmış saçlarım ve dağılmış zihnimle birlikte araba kullanıyorum. Sıcak havanın etkisiyle asfalt yolun üzerinde gözüme su halesiymiş gibi görünen pembe elbiseli, beş altı yaşlarında olan küçük bir kız çocuğu gördüm. Yaklaştıkça kaybolacak hissine kapıldım ama öyle olmadı. Arabayı durdurup arabadan inince hayal olmadığını anladım.

“Anneeeee ! ”

“Arkheeee, canım kızım benim !”

Nasıl olmuştu böyle? Aynı o’ydu işte. Yıllar önce kaybettiğim yavrum karşımda duruyordu. Gözlerimden yaşlar yığınla akıyor, gözlerim adeta gözyaşı kusuyordu. Sarıldım ve çılgınca öpüp koklamaya başladım. Kokusunu bile aynı yapmışlardı, geçtiğim o zorlu simülasyonları düşününce bu ana değerdi. Fakat bu an uzun sürmedi, öfkeden gözü dönmüş kalabalık üzerimize doğru geliyordu. Hemen Arkhe’yi kucağıma alıp arabaya oturttum. O anda fark ettim ki bu araba benim ilk aldığım arabamdı, aynı zamanda küçük kızımın ölümü üzerine onu hatırlatıyor diye sattığım arabaydı. Öfkeli kalabalıktan uzaklaşmak için arabayı hızla sürüyordum. Birinci kural virüsü kapanlardan uzak durmaktı. Nefesleri bulaşıcı mıydı? Belki de öyleydi. Ama gerçek tam olarak öyle değildi. Gerçek her ne kadar öyle değilse de ikinci kural maske takmaktı. Simülasyondaki herkes siyah maskeler takmıştı. Peki, neden maske takmışlardı? Amaç bana virüs bulaştırıp beni öfkelendirerek kayalıklardan aşağı atmak değil miydi? O zaman kendileri virüs taşısa da olurdu. Peki neden, ne amaçla maske takıyorlardı? O halde içinde bulunduğum durum benim düşündüğüm gibi değildi, zihnimin kıvrımlarını harekete geçirerek hızlı bir şekilde tekrar tekrar düşünmeye çalışıyordum. O halde onlar da virüs kapmamak üzerine programlanmışlardı. Çünkü öfke virüsünü kapan bir avatar öfkesini daha fazla kontrol edemeyip benimle daha fazla yarışamaz hale geliyordu, bu kez kendisine ve çevresine zarar verip kayalıklardan aşağı düşüyordu. Yani boğaz geçidinden aşağı itiliyordu ve yarışmadan eleniyordu. Maskenin bulaşmayı önleyici gücü olabilirdi. Fakat maske taksan da bulaşıyordu. Çünkü bu virüsün şiddet ve öfkeyle bulaştığını anlamıştım. Öfkeli bir bakış karşındakine tesir ettiği anda sende de belirtiler görülmeye başlıyor, her ne kadar sakin kalmaya çalışsan da öfkenin o tatlı büyüsüne kapılıp saldırgan bir kişiliğe dönüşüveriyordun.

Günlerden bir gün anne sincap, yavrusunu yanına çağırmış ve ona şöyle demiş: “Sevgili yavrum, dışarıya çıktığımızda bir sürü kurt ile karşılaşacağız. Kurtlar çok öfkelidir bu yüzden korkabilirsin ama ben yanında olacağım. Hani masaldaki kurt sincaplardan birisinin evini pençeleriyle söküyordu ya hatırladın mı ?” İnce ses tonuyla Arkhe : “Hatırladım annecim,” dedi. “İşte dışarıdaki kurtlar da bizim gibi sincaplara pençeleriyle zarar verebilir. Senin yapman gereken şey ise onlara bakmamak.” dedim. Düşünceli bir hali vardı, anlamaya çalışıyormuş gibi duruyordu. “Yani anneciğim, kurtlar gerçek mi?” diye sordu. “Evet anneciğim, kurtlar gerçek çünkü bazen masallar da gerçek olabiliyor. ”diyerek küçük kızıma cevap verdim. Masalda en büyük sincap ise küçük kardeşlerine: “Korkmayın, burası çok güvenli. Kurt buraya gelse de size bir şey yapamaz. Çünkü bizi birbirimize bağlayan sevgimiz var.” demişti Arkhe.

“Ben şimdi benzin almaya gidiyorum ama hemen geleceğim. Ben yokken sen de büyük sincap gibi korkmamalısın çünkü bizi birbirimize bağlayan sevgimiz var.” dedikten sonra o kaosun içine atıldım. Benzinlikte karşılaştığım insanların öfkeli sataşmalarını, ağlamalarını, küfretmelerini görmezden geldim. Döndüğümde Arkhe’yi yerinde otururken görünce içime akciğerlerimin alabileceği kadar hava çektim ve daha nefesimi veremeden bir elin soğukluğunu omzumda hissettim bu el adeta vücudumu serinletti. Arkamı dönmemle yüzüme bir yumruk yemem arasında saniyeler vardı. Kendimi yerde üzerine basılmış meyve suyu kutusu gibi hissediyordum ama bunun bir önemi yoktu çünkü küçük yavrumun incecik bedeni iri kıyım bir adamın kolları arasında benden uzaklaşıyordu.“Anneeee , kurt beni kaçırıyooor, anneeee !” diyordu Arkhe. Hemen bulunduğum yerden doğruldum ve koşmaya başladım. Hiçbir şey istemiyordum sadece yavrumu istiyordum, onu bir kez daha kaybedemezdim. Ben önümde koşturan adama yetişmeye çalışırken garip bir şey oldu. Kızımı kaçıran adamın karşısında şapkalı bir adam uzunca sopasıyla çıkmış, ona doğru koşturarak kalın sopayı başına geçirmişti. Sanırım ona fırsat vermeyerek kendisi bana virüs bulaştırmak istiyordu. Birden Arkhe’nin yere düşerek birkaç defa yuvarlandığını gördüm. Yanına gelir gelmez kucağıma almak için eğildiğimde şapkalı adam üzerime doğru geliyordu. Önce yerden bir taş alıp adamın suratına fırlatmak istesem de bunu yapmadım. Arkhe’yi kaptığım gibi arabaya koşturmaya başladım. Arkama bakmaya ne cesaretim ne zamanım ne de gücüm vardı. Arabaya bindiğimizde şapkalı adam sopasıyla arabanın önünde duruyordu. Gaza basıp arabayı sürerken hafifçe yana kaymıştı, yanından geçen arabamıza ise bir sopa indirmişti. Perişan olmuş arabayla ve bacaklarımın titremesine aldırmadan arabayı kullanmaya devam ettiğim bir anda kendimizi eski evimizin banyosunda bulduk. Bu kez Arkhe’yi banyo yaptırmaya çalışıyordum ve fıskiyeden su köpük köpük, tükürük gibi geliyordu. Gözü yanan Arkhe ağlamaya başladığı sırada zil çaldı ve kapıya yöneldim, kapıyı istemesem de açmak zorundaydım. Alt komşum çocuğun ağlamasından rahatsız olmuş, ağzına gelen küfürleri saydırmıştı. İçeride Arkhe’nin beni, o halde beklediğini düşünerek özür dileyip bir daha olmayacağını söyledim ve nazikçe kapıyı kapadım. Banyoya gittiğimde artık banyo, banyo değildi. Banyo otobüs olmuş, Arkhe beni otobüsün koltuğunda oturarak bekliyordu. Otobüste birçok düşmanca bakışa rast gelsem de ben sadece yavrucağıma bakmaya devam ettim. Küçük kızımı kucağıma alıp severken ineceğimiz yerde otobüs durmuştu. Dalgınlığımla ön kapıdan inince olanlar oldu ve şoför gergin gergin gülerek: “Ne cahil insanlar var, bir de çocuk büyütüp ona örnek olacaksın ama halâ arka kapıdan inmen gerektiğini bilmiyorsun. Bu çocuğu böyle yetiştireceksen ya sen yaşama ya da o yaşamasın.” diyerek kelimeleri sıraladı. Sizin çocuklarınız varsa umarım onlar yaşar, diyerek otobüsten indiğimde tekrar arabadaydık. Fakat bu kez bir bataklığın içindeydik. Sanırım diş minesinde meydana gelen bir çürüğe denk gelmiştik, etrafımızı ise bir sürü avatar sarmış, bizi bataklığa doğru itiyordu. Tek tek başaramayacaklarını anladıkları için toplu hareket etmeye karar vermişlerdi. Ne yapacağımı bilemez bir haldeydim fakat düşüncelerim öfkenin yanından bile geçmiyordu çünkü yanı başımda yavrucuğum vardı. Gözlerinin içine uzun uzun baktım. Geçmişten bir günü yaşıyor gibiydim, arabayı bataklığa batırıyor olmalarının benim için hiçbir önemi yoktu çünkü ben, yıllar sonra kızımla zor da olsa bir gün geçiriyordum.

Güneşin o ipeksi ışıkları her yeri ısıtmış hatta o kadar fevkalade ısıtmış ki sevgi tohumları serpiştirmiş her yere, herkese, tüm insanlığa ve kâinata… Isınan dallardan meyveler fışkırmış, çiçekler bir anda açıvermiş, tüm âşıklar el ele ve göz göze olmuş, insanların ağzından çıkan sevgi sözcükleri tüm dünyaya yayılır olmuş. Havada, suda, ihtiyarda, gençte, zenginde, fakirde her durum ve şartta sadece sevgi baş göstermiş. Yani tüm her şey ama her şey cennet dekorlarına evrilmişti.

“Masal gerçek oldu anne, masal gerçek oldu. Artık sincaplar çok mutlu.” dedi küçük kızım ince ve sevimli ses tonuyla. Ölen kızımın verdiğim bir tutam saçından bana aynı kızım gibi olan bir robot yapmışlardı. Sesi, kokusu, eli, yüzü aynıydı. En korktuğum şeylerden birisi de sesini unutmaktı. Sesini unutmaya başladı mı insan yüzünü de unutmaya başlıyordu. Simülasyondaki ağız açılmış, yüksek bir tramplenden atlıyormuşum gibi dilden aşağı kendimi boşluğa bırakıp ben tek başıma aydınlığa çıkmıştım.

Bütün etapları başarıyla tamamlamamın ödülü son etaba ulaşmaktı. Son etaba ulaşıp kızımla karşılaşacaktım. Gerçek hayatta kanseri yenememiştik ama simülasyonda virüsü kapmadan kurtulmayı başarmıştık. Büyük ödül kızımdı benim için…

Umarım hiç kimse sevdiği bir insanı kaybedip insanların duygularını sömüren bu simülasyonun koca ve çirkin ağzına düşmez.

Güneş Barguş

hayvanat bahçesi macerası