hayvanat bahçesi macerası
hayvanat bahçesi macerası

Sandıktaki Sır

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken vardım bir deniz kıyısına. Varımı yoğumu sattım, oltamı denize attım. Bekledim bir balık gelsin diye ama hiç balık gelmez. Niye? Oltaya takacak yem kalmayınca, yem alacak param olmayınca ben de boş oltayı sarkıtıverdim denize. Deniz birden kabardı. Köpük köpük dalgalandı. Oltaya takıldı bir balık. Tuttu çekti beni aşağıya. Ben düştüm oltayla suya. Ama oltayı bırakır mıyım? Bırakmadım tuttum sıkı sıkıya. Balık gider, ben giderim. Balık gider ben giderim. Biz derine gittikçe denizin dibi aydınlandı. Türlü sesler gelip kulağımda yankılandı. Sonunda balık döndü baktı geriye. Beni görünce dedi ki ‘’Oltayı bırakmadın ne diye?’’ Bir büyük mağaradan girdik içeriye. Türlü balık toplanmış bir ateşin etrafına. Dediklerimi yalan sanmayın sakın ha. Meğer denizin altında da bir masal ili varmış. Balıklar toplanıp masal anlatırlarmış. Sonra yaşlı bir dülger balığı başladı anlatmaya. Hadi buyurun sizde masala.

Denizin pırıl pırıl olduğu bir kasabada bir balıkçı yaşarmış. Gün gelmiş sevdalanmış, sevmiş. Kendisini seven bir kadınla evlenmiş. Bu adamın işleri yolunda gidermiş, eve hiç boş dönmezmiş. Nasibi çok, derdi yok bu karı kocanın bir türlü çocukları olmamış. Balıkçı kah kasabadaki kaleye çıkmış, kah karşısında kapkara duran adaya gitmiş. Dualar etmiş, adaklar adamış. Tanrısından bir evlat dilemiş. Bu adamın en büyük isteklerinden biri evlatlarının kendisi gibi balıkçı olmasıymış ama hiç evladı olmayınca bu hevesinden vazgeçmiş. Yeter ki bir evladım olsun, ne iş işlerse işlesin demiş. Bir gece dolunayda varmış gitmiş deniz kıyısına. Açmış ellerini semaya. Başlamış yakarmaya. Öyle içten ağlamış öyle içten ağlamış ki peri kızı dayanamamış gelmiş balıkçının yanına. Başlamış konuşmaya:

‘’Ey yaman denizci. Nicedir evlat aşkından yanarsın, bilirim. Gözyaşlarını denize akıtırsın, görürüm. Tanrı’ya nice adaklar adarsın, duyarım. Şimdi beni dinlersen isteğin gerçekleşecek. Evlatların yanında olacak sen ölene dek. Bu şişede senin denize akıttığın gözyaşların var. Bu şişeyi yarın bir sardunyanın dibine dök. Sardunya üç yıl boyunca her çiçek açtığında bir evlat müjdesi alacaksın. Yalnız bunun karşılığında taşımaktan yorulduğum bir sırrı seninle paylaşacağım. Bu sır tüy gibidir ama çok ağırdır. Her şeyi duyar ama pek sağırdır. Her şeyi görür ama biraz kördür. Hem çok kolaydır hem çok zordur. Nice alimler bu sırrın peşinde ömürlerini tüketti. Bu sırrı taşımasını beceremeyecek birine verirsen onun felaketi olursun.’’

Sözlerini bitirince peri kızı balıkçının kulağına eğilip sırrı fısıldamış. Bembeyaz olmuş balıkçının yüzü, demiş ben nasıl taşıyacağım şimdi bu yükü?

Balıkçı günlerce düşünmüş taşınmış. Sonunda bu sırrı nasıl saklayacağını bulmuş. Söyleyemezmiş kimselere çünkü insanların ne kadar kötü olabileceğini bilecek kadar yaşamış dünyada. Güvenmemiş insanoğluna. Zeytin ağacından çok özel bir sandık yaptırmış. Sırrını kilitleyip sandığa, denize açılmış. Dolunayda Zühre Yıldızı’nı takip ede ede üç ada geçmiş. Her adada bir zorluğu aşması gerekmiş. Balıkçı sırrı bildiğinden bu zorlukları kolaylıkla geçivermiş. Dördüncü adaya gelince adadaki tek çınar ağacının altına gelmiş. Çınar ağacına yalvarmış, yakarmış. Çınar ağacı gövdesini açmış. Adam sandığı ağacın gövdesine saklayıp yola çıkmış. Aklında denizkızının dedikleri, kulaklarında sır evine dönmüş. Döner dönmez şişedeki gözyaşlarını sardunyanın toprağına dökmüş.

Çok vakit geçmeden bir sabah bakmış ki sardunya çiçekler açmış. O daha çiçeğin başından ayrılmadan karısı gelmiş, ona müjdeyi vermiş. Üç yıl boyunca her yıl bir oğulları olmuş balıkçıyla karısının.

Zaman her şeye çare derler ama yaşlılığa çare olmazmış. Yol bilenin iz gidenin derken balıkçı da karısı da yaşlanmışlar. Ağarmış saçları, bükülmüş belleri. Bir gün balıkçının karısı yüzünde büyük bir tebessümle bu dünyadan göçüvermiş. Çok uzatmadan arayı balıkçı da yataklara düşüvermiş. Anlamış zamanının tükendiğini, çocuklarını toplamış etrafına.

‘’Evlatlarım, güzel bir ömrüm oldu şükür. Tanrı bize sizi verdi. Büyüdüğünüzü gösterdi. Ancak benim omuzlarımda bir yük var. Size bunu teslim etmeden bu dünyadan göçemem. Göçemem ama size sırrımı doğrudan da diyemem. Ben bu sırrı bir sandığa kilitledim. Bu sandığı bir adada çınar ağacının altına gömüverdim. Yastığımın altında üç anahtar var. Ben ölünce alınız. Bu anahtarların hepsi aynıdır. Sandığı açar. Bu sırra hanginiz ulaşacaksınız bilemem ama bu sırra erişen her istediğine ulaşır. Gökte dolunay olunca Zühre Yıldızı’nı takip edin. Karşınıza üç ada çıkacak. Üçüncü adada çınar ağacının gövdesinde bu sandığı bulursunuz. Yol çetin ve zorludur. Adaları geçmek her yiğidin harcı değildir. Bu sırra ulaşanınız olursa şayet ölene dek bunu iyi muhafaza etmelidir.’’

Yaşlı adam sözlerini bitirince ruhunu teslim edivermiş. Evlatları babalarının üzüntüsünden bir vakit ağlamışlar sonra anahtarları alıp paylaşmışlar. Her biri anahtarı boynuna takmış. Düşünmüşler, taşınmışlar, tatlı tatlı kaşınmışlar, bir aşağı bir yukarı gidip yolu aşındırmışlar ama en sonunda bir karara varmışlar. Yolun pek çok zorlukla dolu olduğunu öğrendikleri için gidip de dönmemek varmış. O yüzden gidenin arkada bıraktıklarına yardımcı olmaya, ailesine kol kanat gerip sahip çıkmaya söz vermişler. Büyük kardeş ilk dolunayda yola çıkacakmış. Ola ki sonraki dolunaya kadar dönemezse o zaman yola ortanca kardeş çıkacakmış. Sonraki dolunaya kadar o da dönmezse bu sefer küçük kardeş düşecekmiş yollara.

Balıkçının vefatından sonra ilk dolunay gelince büyük kardeş diğerleriyle vedalaşıp denize açılmış. Büyük kardeş kuyumculuk yaparmış. Altını, gümüşü çok seven kuyumcu biraz kendini beğenmiş bir adammış. Zühre Yıldızı’nı takip ede ede bir adaya varmış. Adaya yaklaşır yaklaşmaz rüzgâr esmez olmuş. Kürek çekmeye çalışmış ama sanki denize bir türlü kürekleri sokamamış bırakmış kendini akıntıya, varmış kıyıya. Adanın iç taraflarında yanan bir ateş ilişmiş gözüne. Ateşe doğru gidince ne görsün? Ateşin başında bir yılan, sandık dolusu altının üstünde uzanıyor. Yılan, kuyumcuyu görünce önce tıslamış sonra fısıldamış:

‘‘Ey balıkçının oğlu, sana bir bilmecem var. Bilirsen yelkenlerin şişer yola devam edersin. Bilemezsen buradan geriye dönersin.

Bu kapı öyle bir kapıdır ki eğilmeden geçemezsin. Birinden vazgeçmeden diğerine erişemezsin. Birincisi kimdeyse başkasını görmez gözü, ikincisi ise ortaya çıkarır özü. İlki sahibine nice felaketler tattırır. Diğeri insanı doğru yola saptırır.’’

Kuyumcu düşünmüş, düşünmüş ama bir cevap bulamamış. Hem geri dönmek istememiş hem gözü sandıktaki hazinedeymiş. En iyisi bir taşla bu yılanı öldüreyim, bu hazineyi alır giderim diye düşünmüş. Yerden bir taş almış. Yılana fırlatmak için kolunu kaldırınca bir anda heykele dönüşmüş.

Kuyumcu, bir ay içinde dönmeyince ortanca kardeş hazırlıklarını tamamlayıp dolunayda denize açılmış. O, çiftçilik yaparmış. Zühre Yıldızı’nı takip ede ede ilk adaya varan çiftçi buradan kolaylıkla geçmiş. Abisinin heykeline bakıp herkes hak ettiğini bulur demiş. Yola devam etmiş. Gelmiş ikinci adaya. Adanın ortasındaki ışığa doğru yürümüş. Ateşin yanında bir horoz bir küreğin sapına tünemiş. Çiftçiyi görünce tüylerini kabartmış, konuşmaya başlamış:

‘‘Ey balıkçının oğlu sana bir bilmecem var. Bilirsen yelkenlerin şişer yola devam edersin, bilemezsen buradan geri dönersin. Hem bilirsen bu toprağa değdikçe topraktakini çoğaltan kürek senin olur. Bilemezsen yokluk seni bulur.

Bu kapı öyle bir kapıdır ki vermeden alamazsın hiçbir şey. Birincisine sahip olanın doymaz gözü, ikincisi ise kimseye muhtaç etmez özü.’’

Birinci adadan kolayca geçen çiftçi bu adadan geri dönmek istememiş. Hem aklı fikri kürekteymiş. Kürekteymiş ama bilmeceye bir cevap bulamamış. En iyisi küreği kaptığım gibi horozu öldüreyim yola devam edeyim demiş. Küreğe dokunur dokunmaz abisi gibi heykele dönüşüvermiş.

Aradan bir ay geçmesine rağmen kimse dönmeyince küçük kardeş hazırlıklarını bitirip denize açılmış. Küçük kardeşin işi kâtiplikmiş. Kasabanın hesaplarını tutar boş zamanlarında kitaplardan başını kaldırmazmış. Kendi halinde, herkesle iyi geçinen bir adammış. Zühre Yıldızı’nı takip ede ede birinci adaya varmış. Adanın ortasındaki ateşe yaklaşmış. Yılan önce tıslamış sonra bilmeceyi fısıldamış:

‘‘Bu kapı öyle bir kapıdır ki eğilmeden geçemezsin. Birinden vazgeçmeden diğerine erişemezsin. Birincisi kimdeyse başkasını görmez gözü, ikincisi ise ortaya çıkarır özü. İlki sahibine nice felaketler tattırır. Diğeri insanı doğru yola saptırır.’’

Kâtip cevap vermiş:

‘‘Bu kapı gönül kapısıdır. Eğilmeden geçemezsin. Birincisi kibirdir sahibini bitirir. İkincisi alçakgönüllülüktür sahibini sevdirir.’’

Doğru cevabı duyan yılan sessizce adanın içinde kayboluvermiş. Kâtip hem altın dolu sandığı hem de kardeşinin heykele dönüşen bedenini almış yanına yola devam etmiş. Çok zaman geçmeden ikinci adaya ulaşmış. İkinci adada onu bir horoz karşılamış. Sormuş bilmecesini:

‘‘Bu kapı öyle bir kapıdır ki vermeden alamazsın hiçbir şey. Birincisine sahip olanın doymaz gözü, ikincisi ise kimseye muhtaç etmez özü.’’

Kâtip cevap vermiş:

‘‘Bu kapı doyumsuzluk kapısıdır. Gözü doymayanlar geçemez. Birincisi açgözlülüktür kimdeyse yanar. İkincisi kanaatkârlıktır azı çok yapar.’’

Bilmeceyi doğru cevaplayınca adam, horoz sessizce adanın içine gidivermiş. Kâtip hem küreği hem ortanca kardeşin heykele dönüşen bedenini alıp yola devam etmiş. Varmış üçüncü adaya. Üçüncü adada onu bir kaz karşılamış. Kaz sormuş bilmecesini:

‘‘Ey balıkçının oğlu sana bir bilmecem var. Bilirsen yelkenlerin şişer yola devam edersin, bilemezsen buradan geri dönersin. Hem bilirsen her zaman gerçeği yazan bu kalem senin olur.

Bu kapı öyle bir kapıdır ki durulmadan geçemezsin. Birincisi olmadık işler gördürür göze. İkincisi huzur verir öze.’’

Kâtip cevap vermiş:

‘’Bu kapı akıl kapısıdır. Birincisi öfkedir. İnsanın gözünü karartır. İkincisi merhamettir, özü ağartır.’’

Bilmeceyi doğru bilen kâtip yola devam etmiş. Dördüncü adaya ulaşmış. Babasının bahsettiği çınarı bulmuş. Kardeşlerini ağacın yanına koyup duaya durmuş. Çınar ağacına yalvarmış, yakarmış. Babasının öldüğünü ve kendisinin sırrı almaya geldiğini söylemiş. En sonunda çınar ağacı gövdesindeki sandığı çıkarmış meydana. Kâtip sandığı görünce gülümsemiş. Sandıkta üç kilit varmış. Babalarının üç kardeşin birlik olmasını istediğini anlamış. Kardeşlerinin boyunlarındaki anahtarları almış, sokmuş kilitlere.

‘‘Kibri bırakıp alçakgönüllülüğe geçtim. Açgözlülüğü bırakıp kanaatkârlığı seçtim. Öfkemi yuttum merhameti buldum. Yalanı attım, doğruluğa saptım. Ben bu sırra talibim, bilgeliktir tek dileğim.’’

Sandık usulca açılmış. Kâtip eğilip bakmış bir ayna. Aynayı almış eline; dolunayın ışığı vurmuş aynadan, kardeşlerin yüzüne. İkisi de bir anda kanlı canlı oluvermiş yine. Aslında bedenleri heykele dönmüş ama hem görür hem duyarlarmış olanı biteni. Üçüncü adaya gelip aynayı görünce anlamışlar bu işin hikmetini.

Katip dönmüş kardeşlerine:

‘‘Kâinatın sırrı insanın kendisinde saklıdır. Bu sırra mazhar olmak için türlü güçlüğe katlanmak lazımdır. Türlü çilelere göğüs germek, en önemlisi de kötü huylardan vazgeçmek gerekir. Şimdi bu sırrı biz saklayacağız.’’

Üç kardeş, sandığı kapayıp tekrar gövdesine alması için çınar ağacına ricada bulunmuşlar. Çınar ağacı gövdesine almış sandığı, yavaş yavaş kapanmış içine. Kardeşler kasabaya dönüp ömürleri boyunca bu sırrı hatırlayarak yaşamışlar. Kamil insan olmak için çabalamışlar.

Gökten üç elma düştü. Birincisi alçakgönüllülere, ikincisi tok gözlülere, üçüncüsü de dinleyenlere…

Çağlar Çetok