hayvanat bahçesi macerası
hayvanat bahçesi macerası

Üç Başlı Koca Kara Kaz ile Küçük Ömer

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, evvel evvel olur, pireler tellal olur, periler ülkelerine sığmaz iken, kazanlar kazan doğururken peşi sıra, bir küçük yavrucak yaşarmış Kaf Dağı’nın ardında… Masal bu ya; günler harman, ipler urgan, üveyikler pinhan olmuş gel zaman, git zaman… Ceylanların gezdiği, sincapların koşturduğu bu yemyeşil dağlarda, meraklı mı meraklı, sevimli mi sevimli, hepsi de birbirinden kıymetli çocukları olan bir aile yaşarmış uzak diyarlarda… Yeşilliğin diyarında, tertemiz havası ve suyuyla dağlarda yaşayan, odun toplayan, çobanlık yaparak geçimini sağlayan bu ailenin üç evladı varmış. Anne ve babası çocuklarını çok seviyormuş ve de sürekli Allah’a şükür ediyorlarmış… Sürekli dillerinde; “bizim kıymetlilerimiz yeryüzündeki hazinelere değişilmez, çok şükür ya rabbim! Derlermiş”…

En büyükleri güzeller güzeli Ceren, ortancalarıdoğrucu İrem, son numara da Ömer adında zekâ küpü bir oğlan çocuğuymuş… Sevgi dolu bakışları, bembeyaz avuçları, kapkara kaşlarıyla tanınırmış küçük Ömer… Gün gelir babasıyla odun toplar, yeri gelir ablaları ve annesiyle hayvanlara bakar olurmuş… Sözün özü yağız bir delikanlıymış. Öyle küçük olmasına aldanmayın tamı tamına beş buçuk yaşındaymış ama elinden pek çok iş de gelirmiş…

Ömer bir gün babasıyla beraber dağın başında kuru odunları toplarken, yine ayrılmış babacığından ve kendi kendine ilerliyormuş ormanın derinliklerinde ve ne olduysa o an olmuş… Garip ve tarifsiz bir ses işitmiş inceden. Ufak bir kanat çırpışı sesi derken, kocaman bir zırıltı ile irkilmiş aniden… Temsil misal rüyada gibi hissetmiş bir an… Gözleri de kamaşmış ve açamamış bir müddet… Önce şöyle el yordamıyla dokunmaya çalışmış etrafına ve de gelen bu sese kapalı gözle… İpek mi ipek, kadife mi kadife, tüy mü dese, pamuk mu örse… Yumuşak mı yumuşak, narin mi narin, tüylü mü tüylü… Gözünü nihayet açabildiğinde bir de ne görse beğenirsiniz; kocaman parlak kara bir kaz gövdesi ve üç küçük kafalar…Biraz irkilmiş, biraz sendelemiş ama kendine gelmeye çalışıyormuş… Bu garip şeyi incelemeye koyulmuş… Pırıl pırıl bir kaz gövdesi, üç kafada toplanmış. Türlü türlü huyları yaman kazmış vesselam. Gel zaman git zamanbu üç kafadar da Ömer’i baştan aşağı süzmüş ve laf lafı açmış;

Bir küçük kafa gelmiş dile: “Ben Yeşil” “Baş yeşil, bay yeşil”. “ Bay baş, başa baş yeşilbaşım işte, başım yeşil” “Komiğim ben komik” diye gülmüş kahkahayla…

Öteki kafa da atlamış hemen: “Kösem ben.” “Hey!” “Ufaklık!” “Buralar hayli karanlık…” “Bulamadık epeydir ağızlarımıza layık bir alabalık…” demiş…

E diğer kafatası da boş durur mu: “Benim adım da Köse”… “Şu tüylerimi keşke biri örse…” “Ah tüylerim, vah tüylerim, canım tüylerim benim” diye hayıflanmaya başlamış durup dururken…

Bizim küçük kahramanımız da heyecandan olsa gerek adını unutuvermiş, bir çırpıda söyleyememiş… “Be, be, ben, ben de Ömer”…

Ortadaki “Yeşilbaşlı” hayli sevecen, biraz da muzip şakalar yaparmış. Soldaki baş “Köse” ise çok alıngan ve tez canlıymış. En sağdaki “Kösem” de hemen esip, gürlermiş. Bazen çekilmez bile oluverirmiş…

Küçük Ömer bu konuşmalardan sonra biraz daha kendisini iyi hissetmiş ve: “sizi daha önce hiç görmedim buralarda” demiş…

Üç başlılardan yeşilbaş: “Biz hep buradaydık aslında… Biz de seni yeni gördük” demiş…

Ömer: “Biz şu aşağıdaki çeşmenin az ilerisindeki kulübede yaşıyoruz” demiş…

Köse kafa: “Biz de yaz kış bu ormandaki ağaçlarda yaşarız… Baharda ise periler ülkesinden rengârenk çiçekler toplar bu ormana dikeriz…” demiş.

Ömer: “Nasıl yani! Gerçekten periler ülkesi diye bir yer mi var?” “Orada renk renk çiçekler de mi var?” diye sormuş…

Yeşilbaş: “Evet var tabii ki… Olmaz olur mu hiç… Çok keyifli, çok güzel ve aynı zamanda gökkuşağı gibi bir yer… Bana sorarsan periler değil, düşler ülkesi…”

Kösem kafa: “Herkes bilmez orayı, biz keşfettik burayı, ürkütmeyelim tilkiyi, tazıyı, kurbağayı…” diye araya girmiş…

Ömer: “Ben hiçbir şey anlamadım bu işten… Ama çok da merak ediyorum doğrusu… Ben de görebilir miyim periler ülkesini?” Diye sormuş…

Üç kafadar: “Hayır, evet, hayır!” demişler hep bir ağızdan… Ve geldikleri gibi zırıltılı, hışırtılı bir ses ve parıltıyla uçup gitmişler Ömer’e bir hoşça kal bile demeden…

Ömer: “Ben yine hiçbir şey anlamadım… Bildiğim ve istediğim tek şey periler ülkesini görebilmek…”“Ah! Keşke oraya gidebilsem…” “Nereye gitti bunlar, yine neler oluyor?” Diye kendi kendine konuşmaya devam ederken; ablaları görünmüş ağaçların arkasından…

Ceren: “Ömeeeerr! Ömeer! Ah Ömer nerelerdesin saatlerdir… Bak hava karardı kararacak. Seni arıyoruz sabahtan beri İrem’le birlikte…

İrem: “Ah Ömer! Canım kardeşim… Gel sana bir sarılayım” der ve sarılırlar. Annem ve babam da ormanın diğer tarafında seni arıyorlardı gel bir an önce kulübeye dönelim” demiş…

Ömer: “ Çok mu aradınız beni? Çok mu saat geçti ki? Diye garip garip bakıyormuş etrafına…

Ceren: “Geçmez olur mu Ömerciğim… Hava kararmak üzere ve bizi çok korkuttun… Neyse ki bulduk seni… Hadi bir an önce annemle babamıza da söyleyelim seni bulduğumuzu…”

Ömer: “Başıma geleni bir bilseniz… Sanki hiç o kadar saatin geçtiğini bile anlamamışım… Hem çok sevimli üç kafadar kazlarla tanıştım ben” demiş…

İrem: “Ne kazı, ne üç kafadarı?” demiş…

Ömer: “Şuradan tam odunları topluyordum ki… Bir ses işittim önce sonra bir parlaklık ve bir de baktım ardıma kocaman bir kara kaz gövdesi ve üç kafa yan yana… Çok şaşırdım ama arkadaş da oldum onlarla…” demiş

Ceren: “Canım kardeşim, hiç tek gövdeli üç başlı kaz olur mu hiç? Sen rüya mı gördün yoksa bizi mi kandırıyorsun yine? Deyip gülmüş kendi kendine…

Ömer: “Hayır ablacığım hayır! Gerçekten onları gördüm… Hatta çok iyi anlaştık, tanıştık, konuştuk… Bir kafası yeşil, yemyeşil bay yeşil… Diğeri Köse, öbürü de Kösem…”

İrem: “Bak sen… Hemen de tanışmış, kaynaşmışsınız. Nasıl bir şeymiş bu üç kafalar ya çok merak ettim doğrusu…

Ömer: “Çok da eğlenceliler… Hatta periler ülkesi diye bir yerden de bahsettiler… Çok renkli ve güzel bir ülkeymiş… Her bahar oradan rengârenk çiçekler getirirlermiş bu ormana…”

Ceren: “Hadi ya… Öyle bir ülke mi varmış… Ben de çok merak ettim doğrusu”

İrem: “Ben de, ben de… Ben de görmek isterim periler ülkesini…” Demiş…

Sonun da eve ulaşmış üç kardeş… Annesi ve babası sonunda Ömer’i, görünce çok mutlu olmuşlar, şükretmişler… Yine sürekli dillerindeki o sözü söylemişler; “bizim kıymetlilerimiz yeryüzündeki hazinelere değişilmez, çok şükür ya rabbim!”… Ama babası özellikle Ömer’e ve diğer çocuklarına tembih etmiş…

Baba: “Sakın bizden habersiz yanımızdan ayrılmayın, bize panik yaşatmayın” diye öğütlerde bulunmuş… Küçük Ömer gece yatarken hep düşlemiş, bir daha üç başlı koca kara kaz ile karşılaşıp periler ülkesine gidebilmeyi…

Ertesi gün ve diğer günler babası hiç ayırmamış yanından Ömer’i. Babası nereye, Ömer oraya… Uzun kara kış böylece geçip gitmiş, yerini bahara bırakmış… Yine bir sabah tam da ormanın derinliklerinde ilerlerken baba ve oğul bir ses işitmişler bu kez… Ömer hemen tanımış bu garip sesi ve babasına;

Ömer: “Korkma babacığım… Sana bahsettiğim üç kafadarın sesleri bunlar…” demiş.

Baba: “Asıl sen korkma evladım… Babalar korkar mı hiç… Zaten senin arkadaşların değil mi bu üç kafadarlar…”

Ömer: “Evet baba… Tam tamına üç kişiler… Kocaman bir kara kaz gövdesi ve üç kafadarlar… Ama çok tatlılar…”

Ömer’in ve babasının gözleri kamaşmış… Daha gözlerini bile açamadan üç kafadar kapmışlar Ömer’i oradan…

Babası yapayalnız kalmış ormanın ortasında… Kıymetliler kıymetlisi oğulcağızını aramış, taramış, bağırmış ama nafile… Hiçbir yerde bulamamış ve bir anda aklına bir kurt düşmüş… Olsa olsa bu üç başlı kara kazın işidir demiş, oğlunu ortadan kaybedenlerin üç kafadarın işi olduğunu anlamış o an… Çok da telaş etmemiş, içine bir nebze olsun su dökülmüş ve hızlıca eve gelmiş… Olanları eşine ve çocuklarına anlatmaya başlamış… Onlarda çok korkmuşlar, annesi oğlunu, ablalar da kardeşlerini kaybettiklerini sanmışlar ama bir anda bir fikir gelmiş babanın aklına…

Baba: “Durun çocuklar, bir dakika karıcığım… Beni dinleyin. Aklıma bir fikir geldi… Şu karşı dağın tepesindeki sihirbaz Füsunkâr nineye gidelim. O belki görmüştür Ömer’i, bulur getirir muhakkak…”

Anne: “A evet haklısın… Dağın zirvesindeki sihirbazFüsunkârnineye gidelim hemen” derler ve tüm ev halkı Ömer’i geri getirebilmek için çıkarlar yola… Az giderler, uz giderler… Dere tepe düz giderler… Çamlardan sakızlar akarken, dağdaki karlar erirken, şelaleler gürül gürül gürülderken, varmışlar nihayet sihirbaz ninenin evine… Bu sihirci nineye olan biteni anlatmış Ömer’in babası hemencecik, bir çırpıda…

Sihirbaz Füsunkâr Nine: “Hımmm… Bir düşüneyim… Madem yavrucak daha önce bu üç kafadarla görüşmüş, tanışmış, kaynaşmış…”

Ceren: “ Evet, evet sihirbaz nine… Ömer öyle anlatmıştı bize” der…

İrem: “Evet nineciğim… Hatta ona periler ülkesinden de bahsetmişler… Bizim ufaklık da hep düşünü kuruyordu o ülkenin…” Demiş…

Sihirbaz FüsunkârNine: “Anladım… Bahar da geldiğine göre… Tahminimce bugün, yarın periler ülkesinde rengârenk çiçekleri toplayacaklardır… Mis gibi kır çiçeklerini… Onları kuşluk vakti dikeceklerdir muhtemelen…”

Anne ve baba hep bir ağızdan: “Eee… Ne yapmalıyız peki?”

Sihirbaz FüsunkârNine: “Yapacak pek de bir şey yok aslında… Sadece bekleyeceğiz ve dua edeceğiz… En renkli, en güzel çiçekleri getirsinler yeryüzüne diye…”

Baba: “Ama… Ama başka bir şey yapamaz mıyız? Elimizden bir şey gelmez mi ki?”

İrem ve Ceren: “Evet sihirbaz nine… Ne olur… Sen bir şeyler yaparsın muhakkak… Ne olur biz de gidelim periler ülkesine…” Derler…

Anne: “Ne olur Füsunkârnine, yavrumuzu getirin bize, ya da gösterin…” Der…

Sihirbaz FüsunkârNine: “Hımmm… Hımm diye düşündükten sonra, sen bari gösterin mi demiştin… Diye kendi kendine konuşur ve evin ortasına bir boy aynası getirir… Birazdan bu aynaya iyi bakın der… Ama sessizce, hiç konuşmayın, sadece bakın ve izleyin Ömer’i… Yoksa sihir bozulur…”

Herkes birden şaşırmıştır… Acaba hep birlikte periler ülkesine mi gidilecektir? Ne olduğuna bir anlam veremez kimse…

Sihirbaz FüsunkârNine: “Aynaya bakar uzun bir süre ve şu sihirli kelimeler dökülür dilinden…”

Dabare, tabare, tubare,
Tabure, sehpa, kanepe,
Hokusss, pokusss…
Aslında biz hiç evde yokuzzz…

Der ve boy aynası sanki bir televizyon gibi ışıldar… Bambaşka bir dünyaya yolculuk yapmışlardır… Sanki bir renk cümbüşünün içinde zaman yolculuğu yapmış gibidirler… Orada Ömer’i görürler, üç başlı dev cüsseli kara kazla beraber… Periler ülkesi mi deseler, düşler ülkesi mi yoksa mutluluklar ülkesi mi… Ömer, üç başlı koca kara peri ve diğer periler mutlu, mesut bir şekilde çiçek topluyorlar hoplaya, zıplaya, neşeyle, coşkuyla… Böyle güzel bir ülke görmemiştir eminim kimse… Sanki cennetten bir köşe…

Derken bir ses duyulur ve bir anda ninenin sihri bozulur… Ömer, annesi, babası ve kardeşleri evlerinde bulurlar kendilerini… Ama hiç akıllarından çıkmıyordur yaşadıkları ve gördükleri o güzelim ülke… Kimsenin gözünün önünden gitmiyordur periler ülkesi ve içleri huzur dolmuştur herkesin… Kimse bir tek kelime bile etmiyor, gördükleri bir filmden etkilenmiş gibi öylece duruyorlardır… Sonra birbirlerine sarılıp yine şükrediyorlardır yaratana… Ertesi gün kuşluk vakti çıkmıştır ev halkı yine yola… Ormanın derinliklerine ilerlerken bu sefer periler ülkesinden misafirlerin gelmesini beklemektedirler…

Masal bu ya… Şıp diye gelmişlerdir hemencecik periler ve üç başlı koca kara kaz. Yeşilbaş, Köse baş, Kösem baş… Periler ülkesinden getirdikleri o rengârenk, mis kokulu çiçekleri dikivermişlerdir birer, ikişer… Anne, baba, Ömer ve ablaları da onlarayardım etmişlerdir… O birbirinden güzel, birbirinden renkli, baharı müjdeleyen kır çiçeklerini görünce adeta rüyada gibi hissetmişlerdir… Ve Ömer ve ailesiartık tanımıştır üç başlı koca kara kazı ve diğer arkadaşlarını… Herkes mutlu ve mesut birbiriyle kucaklaşmışlardır bu renkli ormanda… Hatta sihirbaz Füsunkârnineye de gitmişlerdir hep birlikte günün birinde, kocaman bir teşekküre… Ve yine bir gün gün kararmak üzereyken evli evine, köylü köyüne, herkes kendi dağın eteğine doğru yollara koyulmuştur… Masal da burada bitti, haydi çocuklar uyku vakti…

Korhan Doğan