Kara Kaçak
Kır saçlı adam elini öyle sıkıyordu ki ağzına kadar dolu bardak kırıldı kırılacaktı. Parmaklarının eklemlerine sancı girene dek öylece kaldı. Akabinde nefes aldı, elini gevşetti ve bardağı masaya bıraktı. İçindeki çayın yüzeyi küçük bir el aynası gibi saksıdaki çiçekleri, sırığa dolandıktan sonra boyu uzadığı için yere doğru eğilmiş sarmaşığı, perdenin alışılagelmiş desenlerini yansıtıyordu.
Balkonda oturuyordu ama dışarı bakmaya cesareti yoktu, hatta öyle ki başının açısını değiştirmekten ve böylece çaydaki belli belirsiz akisle karşılaşmaktan dahi korkuyordu. Yutkundu. Âdemelması sarih bir şekilde hareket etti. Yetmiş iki yaşını dolduran Ayhan boğazındaki acının bir damla çay yudumlamasına izin vermeyeceğini anladığında ayağa kalktı. Huzursuzluğun çarpıntıya neden olduğu kalbini tutarken “Sebebim bu olacak.” diye mırıldandı. Bu yaşa kadar kalp hastalığı görmüş değildi. Oysaki üzüntü ve stres, nasıl da birkaç ayda yıpratmıştı yumruk cirmindeki etini!
Mutfaktan çıktı. Salona doğru giden loş koridorda adımlayan ayaklarını sağ yanındaki rengârenk çerçeveler durdurdu. Her biri mutlu bir anın ölümsüzlüğünü muhafaza eden çerçeveler… İşte, rahmetli karısı örgü örüyordu. Hemen yanında oğlu ve gelini sarılmış, yirmi küsur yıl önce henüz bir bebek olan torunuyla birlikte ona bakıyordu. Aşağıda ise mat beyaz ve mavinin ağırlıklı olduğu, bir hastanenin yoğun bakımında çekilmiş, acı hatıraları taşıyan bir fotoğraf vardı.
Ayhan iç çekti. Çin’den gelen virüs yüzünden nefessiz bir şekilde kıvranırken hissettiği ölüm korkusunu hâlâ dün gibi anımsıyor, boğazına tüp takılıp günlerce yoğun bakımda yattığında dermanını kesen çaresizlik hafızasından gitmiyordu. Oysa o dönem dört gün içinde iyileşmiş, alkışlar eşliğinde hastaneden çıktığında yaşlı bile olsa uzun yıllar mutlu bir hayat süreceğini sanmıştı.
“Yedi yıl…” diye düşündü. Koronavirüs salgını gelip geçeli yedi yıl olmuştu ve bugün, takvimler 2027’yi gösterirken gezegeni kasıp kavuran yeni hastalık, diğerlerini solda sıfır bırakıyordu. Kır saçlı adam fotoğrafa dalgın gözlerle bakarken ansızın elini yüzüne kapattı. “Neden?” diye bağırdı. “Neden ben?”
Banyoya doğru koşar adım yürürken kendi kendine şikâyet etmeye devam ediyordu. “Bu kez dikkat ettim. Önceki gibi değil… Dışarı bile çıkmadım. Neden?”
Banyo kapısını araladı. Aynanın karşısına geçip gözlerini sımsıkı yumdu. El yordamıyla gömlek düğmelerini açıp derin soluklar aldı ki ağlama isteği geçsin. “Hadi!” diye fısıldadı, kirpiklerini biraz araladı, belli belirsiz bir ışık gördü, yeniden kapattı. Dakikalar sonra gözlerini tamamen açmaya cesaret edebildi.
Ne göreceğini bildiği halde irkilmekten ve dehşete düşmekten kendini alıkoyamadı.
Boğazının hemen altındaki çukur bir ağacın köküyle gövdesinin birleştiği yeri andırıyordu. O bölgeden aşağıya ve yukarıya, yanaklarına ve ciğerlerine sicim şeklinde siyahlıklar dağılıyordu.
Hastalığın adı “kara saçak”tı. İlkin yılın başında bir hastanedeki doktorlar arasında görülmeye başlamıştı. Hastane hemen karantinaya alınmış ama hastalık görülmemiş bir hızla yayılmaya devam etmişti. Özel dezenfektanlarla temizlenmemiş ortamlarda haftalarca dayanıyor; dondurmak, ısıtmak bir işe yaramıyordu. Kuluçka süresi kısaydı. Virüsü sabahleyin kapan kişi akşam vakti boğazında siyah ipler görmeye başlıyor, üç güne kadar teninin her yeri sarılıyor ve hasta, ansızın çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybediyordu.
Sağlık sistemi çöktüğünden beri, insanlar korunmak için değil, eğer bir şekilde virüsü kapmışlarsa bunu gizlemek için eve kapanmaya başlamışlardı. Çünkü hastalar artık askerler eşliğinde evlerinden alınıyor ve en yakın mezarlığa götürülüyorlardı. Bu alanlar brandalar ile çepeçevre sarıldığı için içeride neler olup bittiğini tam olarak bilen yoktu.
“Diri diri gömüyorlar.” diyen de vardı, “Cenazeleri duman çıkmasın diye toprağın altında yakıyorlar.” diyen de. Söylentiler başını alıp gitmişti. Medya organları çalışmıyor, fısıltı gazetesi ayakta olan tek kitle iletişim aracı olarak varlığını sürdürüyordu. Doğrusu, birkaç hafta önce ilan edilen sıkıyönetimin de halka şeffaf haber vermek gibi bir önceliği yoktu. Sadece sokaklardan devriye araçları geçiyor, panik havası yaratılmaması için uyarı yapılıyor ve evde hasta varsa, görevli askerlere teslim edilmesi üzerinde ısrarla duruluyordu.
Her anonsta Ayhan biraz daha içine çekiliyor ve varlığı anlaşılacakmış gibi nefesini tutuyordu. Ömrünün son demlerini yaşadığını bilse de, soğuk toprakta değil sıcacık evinde bitirmek istiyordu.
“Hayır.” diye mırıldandı. “Asla.”
Banyonun ışığını kapatırken eski bayramlar, pencereden gündoğumlarında vuran latif ışık gibi hatırından geçti.
Sabahın ilk saatlerinde sessizlik merdivenden gelen tıkırtılarla dağılırdı. Ev sahibi ise ayak seslerinin kime ait olduğunu bilir ve heyecanla zilin çalmasını beklerdi. Basamakları koşa koşa çıkan tek torunu Gündüz olurdu. Üçüncü kata çıkar ve zile basardı, kapı açılır açılmaz da “Dedeciğim!” diye üstüne atlardı. Bir süre sonra annesi ve babası gelir, bayramlaşırlar, içeriye geçerlerdi.
Merdivenlerdeki tıkırtılar zihnine öyle kazınmıştı ki Ayhan bir an için yine o sesi işittiğini, Gündüz’ün merdivenlerden çıkmakta olduğunu sandı ve gülümsedi.
Sesin gerçek olduğunu anladığında ise tebessümü bulutlu havaların gün ışığı gibi söndü.
Kapı çaldığında yaşlı adam dizlerinin bağının çözülmesinden korkarak duvara tutundu. Kapıya gelen her kimse yılması, çekip gitmesi için bekledi. Ne var ki geçen her saniye kapı daha şiddetli çalınıyordu.
“Dede!” diyordu yetişkin bir adamın sesi. “Evdesin, biliyorum. Aç kapıyı.”
“Gündüz!” diye fısıldadı Ayhan. Artık koskoca bir asker olan torunu, bayram olmayan bir günde kapıda bekliyordu.
“Dede, lütfen! Hasta olduğunu biliyoruz. Lütfen zorluk çıkarma bize, kapıyı kırma yetkimiz var. Hadi!”
Sıcak yaşları yanaklarındaki kara saçaklara düşerken kıpırdayan dudakları durmaksızın dua ediyordu. Hâlbuki korkunun ecele faydası yoktu. Nihayet, asırlar gibi gelen bir zaman diliminin sonunda kapıyı açtı. Baştan aşağı bembeyaz koruyucu giysilerle bekleyen ekibe yalvarır gibi baktı.
“Korkacak bir şey yok dedeciğim.” dedi en öndeki, elini omzuna koyarak. “Ben sana zarar verecek bir şey yapar mıyım hiç? Bana güveniyorsun, değil mi?”
Yaşlı adam cevaba mecal bulamazken diğer askerler onu kapının önünde bekleyen sedyeye yatırdı. Sedyenin etrafı küçük bir çadır gibi kapalıydı ve çevreyi görmeye fırsat vermiyordu. Bir araca bindirildiğini fark etti. Gözlerini yumup yolculuğun bitmesini bekledi.
Motor sesi yerini kuş cıvıltılarına bıraktığında mezarlığa vardıklarını anladı. Sedyenin üstü açılır açılmaz kafasını sağa sola çevirdi. Koruyucu giysili görevliler ellerinde küreklerle onlarca mezar kazıyordu. Sırada bekleyen bir sürü ambulans, sedyelerde yatan hastalar vardı.
“Ne olur, bırakın huzurla öleyim.” diye yalvardı ama kimse onu dinlemiyordu.
Birkaç dakika sonra üç görevli yanına geldi. Birisi oksijen maskesi takarken diğerleri vücudunu sedyeden kaldırdı. Ayhan çırpınıp ellerinden kurtulmaya çalıştığında ise ona sakinleştirici iğne yaptılar. İki kişi daha geldi. Beş görevli, yaşlı adamı derince kazılmış mezarlardan birine yatırdı. İçlerinden biri Gündüz’dü ve “Sabret, dedeciğim.” diyordu. “Korkma, senin iyiliğin için.”
Yatırdıktan sonra üzerini kefenler gibi örttüler. Yalnız, yüzünden oksijen maskesini almadılar. Her kürek toprak Ayhan’ın dünyasını biraz daha karartırken yaşlı adam gökyüzünü son görüşünü düşündü. Dün, yatmadan önce gördüğü dolunaylı manzara yerini engin ve bomboş bir maviliğe bırakmıştı. Gündüz, gece apaydın görünen Ay’ı nasıl da ışığına gömüyordu!
“Gündüz Ay’ı gömdü.” diye içinden geçirdi. “Gündüz de Ayhan’ı.”
Toprağın baskısı vücudunu yorsa da yeryüzüne bir hortum aracılığıyla bağlanmış maske sayesinde nefes alabiliyordu. Karanlığın, sıcağın ve temiz havanın sebep olduğu baş dönmesinin etkisiyle pek derin bir uykuya daldı.
Göz kapaklarına yoğun bir ışık vurduğunda günler boyunca uyumuş gibiydi. Vücudu dinçti, boğazındaki acı da geçmişti. Gözlerini kırpıştırıp ışığa alışmaya çalışırken “Ölüm ne tatlı şeymiş.” diye düşündü. Çevresinde coşku, heyecan, tanımlayamadığı bir gürültü vardı.
“İşe yaradı!” dediğini duyuyordu birinin. “Başardık, başardık!”
Çocukluğunda cami imamından aldığı dersleri anımsıyordu. Kabir meleklerinin onu sorgulayacağını biliyordu. İyi bir insan olarak yaşamıştı. Allah affetsin, ufak tefek günahları olmuştu ama… Bu ışık, bu sevinç iyiye mi alametti? Cennete mi gidecekti? Sahiden başarmış mıydı?
“Dede, açsana gözlerini!” dedi yanı başında tanıdık bir ses. “Gündüz!” dedi gözlerini açıp doğrulan yaşlı adam. Toprağın üzerinde oturuyordu, güneş ışığı parlıyor, eski mezar taşlarının arasındaki yeşillikler capcanlı görünüyordu. Görevliler etrafta dolaşıyor, mezar kazıyor, ambulanslar geliyor, sedyeler indiriliyordu. Burası, tıpkı bıraktığı gibiydi.
“Ben hazırım.” dedi başını kaldırarak. “Soruların hepsini ezberledim. Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed aleyhisselam…”
“Dedeciğim, sen yaşıyorsun.” dedi koruyucu giysisinin başlığını çıkartan Gündüz. Gülen yüzü ve dişleri göründü. “İyileştin! Topraktaki bakterilerin ürettiği bir gazın kara saçak hastalığının tek bilinen çaresi olduğu keşfedildi. Bu yüzden hastaları akın akın mezarlığa getiriyor, nefes alabilecekleri şekilde toprağa defnediyor ve ertesi gün…” Bakışlarını bir an için kaçırdı. “Hâlâ nefes alıyorsa çıkartıyoruz. Yüz kişiden birisi iyileşebiliyor, küçümseme, aylardır yaşadığımız felaketleri düşününce bu oldukça iyimser bir oran. Sen iyileştin! Artık bağışıksın! Ömür boyu bu hastalığa yakalanmayacaksın!”
Yaşlı adamın yüzü aydınlanacağına solmuştu. “Ben ölmedim mi yani?” dedi. “Burası kabrimin cennet bahçesi değil mi?”
Gündüz, Ayhan’ı ayağa kaldırdı. Uzun uzun konuşup sakinleştirdi, hâlâ yaşadığına ikna etti.
“Dün kaygını, stresini, acını mezara gömdük.” dedi. “Asıl şifayı getiren bu değil mi? Ben de bağışığım bu arada, geçen ay aynı seninki gibi bir gece geçirdim. Bugünlük izin alayım, evine geçelim, şöyle karşılıklı çay içelim. Huzurla çay içmeyi özledim ben, sen de özlemişsindir.”
Dede ve torun birlikte yürürken vakit öğleni biraz geçiyordu. Bulut yoktu mavi gökte, yalnız solgun Ay, Güneş’in biraz ilerisinde arzıendam ediyordu.
Gizem Çetin