Nisyan
Pastırma yazının hakkını layıkıyla vermek isteyen öğlen güneşi, bütün hünerlerini aynı anda sergilemeye çalışan yeni gelin gibi arabanın camlarından içeri aşkla hücum ediyordu. Haber müdürünün ani bir emriyle çıktıkları Yukarı Köy’ün anayol kısmı biteli epey olmuş, arkalarında bıraktıkları altın sarısı toz bulutuna aldırmadan sessizce ilerliyorlardı. Hafta sonundan beri köyden doğru düzgün bir haber alınamamıştı. Durumda herhangi bir ilerleme görülmedikçe çeşitli söylentiler türemeye başlamıştı. İşin aslını anlayabilmek adına dün gece bir jandarma ekibi köyü kontrole gitmiş fakat onlardan da henüz ses soluk çıkmamıştı. Merakı iyice perçinlenen amir, sabah ilk iş olarak en iyi adamını bu olay için görevlendirdi. Neler olup bittiğini birinci ağızdan duymak en doğrusu olacaktı.
Tepedeki köy gözüktüğü zaman muhabir rahatlayarak derin bir nefes aldı. Araç yolunun bittiği yerde taşlı bir patika başlıyordu. Kalan yola artık yayan devam etmek gerekti. Jandarma arabası görünürlerde yoktu. Ortalığa alışık olmadık bir sessizlik hâkimdi. Büyümesinin durdurulması artık imkânsızlaşmış bir kanserli bölge gibi tepenin nehir tarafındaki yamacına sere serpe yayılmış olan santral şantiyesi bile sus pustu. Köylüler can sularını vampir gibi emen bu yabancı kitleye ilk günden beri şiddetle karşı çıkmış, sık sık yaşanan tatsızlıklar haber merkezinin bir numaralı ekmek kapısı olmuştu.
Muhabir buraya en son geldiği günü düşündü. Üzerinden çok fazla bir süre geçmemesine rağmen her şey bugünden öylesine farklıydı ki! İmla kuralları hiçe sayılarak yazılan öfkeli pankartları ellerinde sımsıkı tutarak kendisine gururla poz veren bıçkın köylüler şimdi neredeydiler? O günün gürültülü hengâmesine karşın bugünkü anormal hava elle tutulacak kadar yoğundu. Birlikte geldikleri şoföre kendisini beklemesini tembihleyerek yola koyuldu. Etrafta çıt çıkmıyordu. Köye yaklaştıkça daha da dikleşen yokuşta bir yandan alnından aşağı doğru durmaksızın akan ter damlalarını elinin tersiyle silmeye çalışıyor, bir yandan da bu tepeyi mesken tutmak ilk kimin aklına geldiyse o kişiye ve bilumum sülalesine küfürler yağdırıyordu. Hedefe yaklaşmak etrafı saran sessizlik perdesini bir nebze olsun aralamadı. Bu durum muhabirin büsbütün canını sıktı fakat üzerinde cinlerin top sektirdiği köy meydanına vardığı zaman onca sıcağa rağmen içi resmen buz kesti.
Köşede sakince bekleşen bir çocuk grubuyla karşılaştığı zaman yüreğine az da olsa su serpildi. “Hey veletler, nasıl gidiyor bakalım?” diyerek elinden geldiğince neşeli görünmeye çalıştı. Çocuklar gelen misafire karşı oldukça ilgisizdi. Bir anlam çıkarılması imkânsız bakışlarla adamı öylece süzüyorlardı. Sorusuna cevap alamayınca bozulan muhabir, “Hey, size diyorum! Dilinizi mi yuttunuz? Babalarınız nerede?” diye sabırsızca sordu. Çocuklar kendilerine sorulan kavramları hayatlarında ilk defa duyuyormuş gibi birbirlerine baktılar. Aralarında en tıknaz olanı, “Biz, biz gerçekten bir şey bilmiyoruz. Birbirimize de soruyoruz ama kimse bir şey bilmiyor,” diyerek tereddütle açıkladı. “Beni hatırladınız mı peki? Geçenlerde köyde haber yapmıştım, hepiniz peşimdeydiniz, ” diye umutla tekrar sordu muhabir. Çocuklar hep birlikte ‘hayır’ anlamında kafa salladılar. Adam, “Anlaşıldı, bana buradan ekmek çıkmayacak,” diyerek gergin adımlarla muhtarlığa yöneldi.
Köy muhtarı kırklı yaşlarında enine boyuna kapı gibi bir adamdı. Konuştuğu zaman gürler, sözünü karşısındakine dinlettirmeyi iyi bilirdi. Daima sinekkaydı tıraşla gezer, köy modasına göre oldukça şık sayılabilecek şekilde giyinirdi. Santral şantiyesinin en ateşli muhaliflerindendi. Ortaokuldan terk olmasına rağmen çok bilgili, dünya görüşü geniş biriydi. Muhabir en güvenilir bilgiyi ondan alacağına emin bir şekilde muhtarlığın açık kapısından içeri girdi. Orada kimsecileri bulamadı. Tam arkasını dönüp gidecekken, çardak tarafından gelen bazı mırıltılar işitti. Tahmin ettiği gibi muhtar oradaydı. Adamda dikkatini ilk çeken şey en az iki günlük kirli sakal oldu. Sanki biraz da hasta gibiydi. Görmeyeli epeyce süzülmüş, rengi solmuştu. Ayrıca, ortalığı hoş olmayan değişik bir koku da kaplamıştı. Biraz etrafa bakınınca kokunun kaynağının ortadaki masadan geldiği anlaşılıyordu. Üzerinde kurtçuk kaynayan yemeklerle dolu masa kim bilir ne zamandır orada öylece duruyordu. Muhabir yüzünü tiksintiyle buruşturdu. O tarafa çok bakmamaya çalışarak muhtara, “Hayrola muhtar, neler oluyor? Allah’ını seversen anlat. Bu halin ne böyle? Başına bir kötülük gelmedi ya?” diye endişeyle sordu. Muhtar kendisine hitap edildiğini anlamamış gibi soruyu “Af buyur! Muhtar mı? Ben valla kimseyi tanımıyorum,” diye geçiştirmeye çalıştı. Çok önemli bir konu üzerinde kafa yoruyormuş da sanki bölünmekten hiç haz etmiyormuş gibi bir hali vardı. “Sana diyorum sana!” diyerek dikkati tekrar üzerine çekmeye çalıştı muhabir. “Beni korkutuyorsun! Bu halin hiç hoşuma gitmedi. Jandarmalar geldi mi? Neler yaşandı? Sizden haber alamayınca herkes telaşlandı,” diye ısrarla devam etti. “Jandarma mı?” diye dalgın dalgın gülümsedi muhtar. “Bir şarkı vardı, nasıldı acaba? Sanki bir başlasam gerisi gelecek gibi. Çok söylerdim önceden. Sanırsın ki üzerinden asır geçmiş. Jandarma, jandar…” “Başlatma şarkına!” diye sabırsızca muhtarın sözünü kesti muhabir. “Jandarmalar diyorum, gittiler mi diyorum,” derken gözü tekrar mide bulandıran masaya kaydı. “Bunları bu kadar kokutmayı nasıl becerdiniz böyle? Evin hanımları nerede?” diyerek dev cüsseli ev sahibini iki eliyle omuzlarından kavradı, adamı sarsarak kendine getirmeye çalıştı. O sırada bakışları olan biteni evin salon penceresinden kayıtsızca izleyen muhtarın hanımı ve kızlarına kaydı. Tüm bunların nesi vardı böyle? Buraya her geldiğinde ikram etme aşkıyla kendilerini paralayan kadınlar şimdi birer heykele dönmüş olarak donuk bakışlarla etrafı süzmekteydiler. Bu evde kesinlikle yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Derhal dışarı çıkıp aklı başında birilerinden yardım istemeliydi.
Yassı taşlarla döşeli dar sokakta bir cevap alma umuduyla kapısını tıklattığı evlerden kafası fena halde karışmış bir şekilde ayrıldı. Kimse onun varlığıyla ilgilenmiyordu. Herkes bulunduğu yere öylece çakılıp kalmış, varoluş sancısı çeken filozoflar gibi benliğiyle boğuşmaktaydı.
Muhabir kendisine yardımcı olabilecek kimseyi bulamayınca soluğu köy kahvesinde aldı. Kahvenin gediklilerini birbirlerine sırtları dönük anlaşılması güç monologlar içinde bulduğunda artık iyiden iyiye korkuya kapılmıştı. Bu köye fena şeyler olmuştu. Biri sanki onlara büyü yaparak kasten tüm yaşam enerjilerini emip bitirmiş, geriye işe yaramaz bir yığın posadan başka bir şey bırakmamıştı. Adam kime soru sormak için yönelse adamakıllı bir cevap alamıyor, duyduğu saçma sapan gevelemelerden seçebildiği alakasız kelimeleri birleştirip bütün bu olanlardan mantıklı bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Dikkat çeken en belirgin ayrıntı ise masaların üstünde üzerleri sinek sürüsüyle kaplı yemek tabaklarıydı. Bir anda tüm bu uğursuz şuursuzluğun bu kesif kokulu kalıntılardan kaynaklanabileceği aklına geldi. Kendisini koruma içgüdüsüyle istemsizce masalardan birkaç adım geriye çekildi. O sırada telefon çaldı; bu garip ortamla hiç uyuşmayan neşeli melodi adamı olduğu yerde sıçrattı. Haber merkezinden arıyorlardı. Jandarma arabası köyün birkaç kilometre ötesindeki göl kenarında bulunmuştu. İçindekiler gayet sağlıklı görünüyordu ama çok güçlü bir uyuşturucunun etkisi altına girmiş gibiydiler. Oradan hastaneye götürülmüşlerdi. Sonradan ambulans personelinde de benzer sıkıntılar gözlemlenmeye başlamıştı. Amiri ondan dikkatli olmasını istiyordu.
Muhabir duyduklarına bir an karşılık bulamadı. Burada inanılmaz şeyler yaşandığını, telefonda anlatılmasının çok güç olduğunu açıklamaya çalışırken sokağın başında kendisine doğru koşturan Vehbi dedeyi görünce telefonu kapattı. Bu adam doksanlı yaşlarının başında, köyün ileri gelenlerindendi. Dikenli diliyle hakikatleri hiç gevelemeden karşıdakinin yüzüne vurmasına herkes alışkındı. Sözü dinlenir, insanlarda korkuyla karışık bir saygı uyandırırdı. Son yıllarda bunaklığın kara bulutları zehir gibi zekâsını ara ara dalgalandırsa da hâlâ çoğu gençten daha bilinçli ve açık fikirliydi. Muhabir adamcağızın telaşlı halinde bir umut hissetti. “Gel şöyle soluklan biraz,” diyerek adamı tahta sandalyelerden birine oturttu. Onu gören kahve müdavimlerinin gözlerinde bir parıltı yandığı gibi söndü. Normalde herkesin hürmet etmekte yarıştığı Vehbi dede artık kimsenin umurunda değildi.
Yaşlı adam kesik soluklarının arasında, “Kör olasıcalar, boyları devrilesiceler!” diye tükürük saça saça haykırıyor; “Beynimizi sildiler, yok ettiler bizi, sonunda amaçlarına eriştiler,” diye durmaksızın tekrarlıyordu. Muhabir, “Dur biraz, kimden bahsediyorsun? Kim, nasıl yapabilir ki böyle bir şeyi?” diye sorunca adam, “Cuma çıkışında geldiler, barış için dediler, ikramda bulundular, büsbütün gidiyoruz; siz kazandınız dediler, helâllik istediler, ama ben dedim, ben yemem dedim, o uğursuzlar az mı etti bize dedim, ah dedim, vah dedim, yemedim de ne oldu, ben de yitirdim yarı aklımı, anılar birbirine karıştı; her şey birbirine, ömrümü geçirdiğim şu adamların çoğunu bak şimdi çıkaramıyorum, bu bunaklıktan ayrı, apayrı bir şey, tüm gün düşündüm de rahmetli anamın adını bir türlü hatırlayamadım,” diye soluksuz sıraladı. Titreyen elleriyle muhabirin ellerini sıkıca kavradı, yalvararak yardım diledi.
Bugün pazartesiydi. Demek ki bu zavallılar günlerdir oldukları yerde kıvranıp duruyorlardı. Artık kaybedecek bir dakika bile yoktu. Lanet ede ede çıktığı yokuşu nasıl indiğini anlamadan bir solukta arabaya ulaşan muhabir, “Derhal şantiye alanına gitmeliyiz,” diyerek keyifle sigarasını tüttüren şoförün rahatını bozdu. Meraklı adam arabayı çalıştırdı, bir süre açıklama bekledi. Kendisine bir şey anlatılmadığını görünce sitemli bir şekilde, “Eee, nesi varmış köyün? Çatlatacak mısın adamı? Anlatsana yahu!” diye söylendi. “Hangi köyün?” diye sordu muhabir. Düşünceleri sanki eski berraklığını yitirmeye başlamıştı. “Hangi köy olacak, arıza köy elbette! Dertleri neymiş yine?” diye sorusunu tekrarladı şoför. Muhabir birkaç kelimeyi bir araya getirip cevap vermek istedi, dudaklarını tereddütle kımıldattı ama mantıklı bir yanıt vermeyi beceremeyince konuşmaktan vazgeçti. Şantiyeye varmak onu bir şeyler söyleme zahmetinden kurtarmıştı. Şoförden beklemesini rica etse de bu sefer adam kendisine denilene itaat etmeyerek iş arkadaşının peşine takıldı.
Şantiyede işler hiç hesapta yokken bir anda durmuş gibiydi. Dolu bir şekilde yol üstünde bırakılan el arabaları, karıldıkları yerde donup kalmış beton yığınları, oraya buraya öylesine atılmış iş aletleri bir şeylerin hiç de yolunda gitmediğini anlatmaya çalışır gibiydi. Muhabir bu dehşetli durumdan nedense artık eskisi kadar etkilenmiyordu. Sanki olan biteni başka birinin bedeninin içinde hafif buğulu bir pencerenin ardından izler gibiydi. Şoför için aynı şeyler kesinlikle söylenemezdi. Adam durmadan soğuk terler döküyordu. Yanındakinin kolunu sürekli dürtükleyerek, “Burada hoşuma gitmeyen bir şeyler var, derhal kasabaya dönmeliyiz,” gibi sertçe uyarılarda bulunuyordu.
İşçilerin bazılarını bir ağacın gölgesinde miskince pineklerken bulduklarında, buradaki durumun da köyden farksız olduğu anlaşılmıştı. Madem oradaki musibetin sorumluları bu adamlardı, neden aynı kötülüğü kendilerine de yapmışlardı? Yoksa hiç hesapta olmayan bir terslik yaşanmış da, kazdıkları kuyuya kendileri de mi düşmüştü? Açıkçası bu adamlar hedefe giden yolda hiç çekince göstermeksizin her şeyi yapabilecek tıynette olsalar da, mevcut durum onlar için bile fazlasıyla olağanüstü duruyordu. Yetkili birilerini bulmak umuduyla kapalı kapılar aralandı, şantiye şefi sonunda duvardaki bir rutubet lekesiyle tartışırken bulundu. Proje müdürü ise nehir kenarına oturmuş, su doldurduğu kabı sürekli başından aşağı boca etmekteydi. Sanki gidip gelen aklını bu şekilde toparlayabilirmiş gibi, dış dünyaya kendisini tamamen kapatmış bir şekilde hiçbir şeyle zerrece ilgilenmiyordu.
Muhabir zihninin oldukça yorulduğunu hissetti. Yolda yürürken ne yapıyor olduğu bir anda aklından çıkıveriyor, hatırlamaya çalışırken yaşadığı sıkıntı sık sık duraksamasına neden oluyordu. Yemekhaneye vardıklarında aşçıyı cenin pozisyonunda buldular. Şişman adam tespih böceği gibi içine kapanmış, “Sadece tadına bakmıştım, bir lokmacık, sadece bir lokmacık,” diye sayıklayıp duruyordu. Kazanlar köydekilerin aynısı olan bozulmuş yemeklerle doluydu. Aşçının bir cam şişeyi sımsıkı tuttuğunu fark eden şoför onu bir çırpıda adamın elinden kaptı. Meczuba dönmüş aşçı durumdan hiç etkilenmeyerek sözlerini sürdürmeye devam etti. Elindeki şey her neyse önemini artık tamamen yitirmiş gibiydi. Şoför şişeyi ışığa doğru tutup bir süre inceledi. İçindekinin ne olduğunu anlamak için tıpayı açıp saydam sıvıyı koklamaya başladıktan sonra şişeyi bir türlü burnunun dibinden ayıramadı. Efsunlanmış gibiydi. İçgüdüsel bir hışımla muhabir sertçe vurarak şişeyi yerde parçaladı. Cam kırıkları her yere yayılsa da içindeki sıvıdan eser yoktu, ne var ne yok anında buharlaşmış olmalıydı.
Her şey artık çığırından çıkmıştı. Derhal haber merkezine gidip olanları ayrıntısıyla anlatmak gerekiyordu ama iki adam da kendisini öylesine bitkin hissediyordu ki bir süre yürümeye çalıştıktan sonra içlerindeki dinlenme isteğine karşı koyamayıp bir duvar dibine çömelip kaldılar. O gün akşama kadar kelimenin tam anlamıyla zihinsel bir savaş yaşadılar. Uçup giden hatıra kırıntılarının peşinden son güçlerine kadar beyhude yere koştuktan sonra sindikleri kuytuda uyuyakaldılar.
Muhabir ertesi gün telefonunun zil sesiyle uyandığında bölük pörçük hatıra kalıntılarından bir türlü anlamlı bir bütün oluşturamıyordu. Ekranda ismi yanıp sönen kişi bir yerlerden tanıdık geliyordu ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın kim olduğunu çıkaramadı. Yanında uyuklayan şoför arkadaşı ise artık ona büsbütün yabancıydı. Bir şeyler olmuştu. Önemli şeyler. Hatta dehşet verici. Ama ne olduysa artık hiçbirinin bir önemi kalmamıştı. Her şey anlamından sıyrılıp bir daha dönmemek üzere çoktan uzak diyarlara göç edip gitmişti. Kafasını gökyüzüne kaldırıp kuzulayan bulut öbeklerini izledi. Göz göre göre elinin altından kayıp giden anı parçalarının artık peşini bırakmaya karar vermiş, bu vazgeçişin rahatlamasıyla birlikte miskin bir rehavete kapılmıştı. Neredeyse tebessüm ediyor gibi gözüken bir yüz ifadesiyle, buharlaşıp giden yaşanmışlıkların ardından içtenlikle el sallıyor gibiydi.
Orada kaç dakika, kaç saat ya da kaç gün geçirdiğini anlaması imkânsızlaşmıştı. Geçmiş yitirilmiş, gelecek ise artık hiç gelmeyecekti. Israrla çalan telefon bir süre sonra şarkısından vazgeçti. İlk önce bu alete nasıl yanıt vereceğini, daha sonra da onun ne işe yaradığını tamamen unuttu. Su içmek gibi en temel ihtiyaçlar bile aklından çıkmıştı. Sisler içinde kaybolmuştu. Bu kayboluştan tuhaf bir zevk aldığı bile söylenebilirdi. Akıntıya karşı koymayı bıraktığından beri, ılık suların üzerinde bilinmeze doğru huzurla sürükleniyordu. Tüm evrende sanki ondan başkası, şu andan ötesi yoktu; hiç olmamıştı.
Anlık bir sıçrayışla birden gözleri kocaman açıldı. Salisenin yüz binde biri kadar kısa süreliğine de olsa başına gelen şeyi, tüm dünyanın başına gelmekte olan bu garabeti tam olarak anladığı zaman, bu mikroskobik farkındalık zerresi tüm vücudunu korkuyla titretmeye yetti. Onu hatırlayan, ona ait en ufak bilgi kırıntısını zihninde bulunduran son insan da tası tarağı toplayıp bu âlemden gittiğinde; tüm ihtirasları, zayıflıkları, mutlulukları, hayal kırıklıkları kısaca tüm külli hissiyatı ve yaşanmışlıklarıyla o da aslında hiçbir zaman var olmamış olacaktı.
Elif Gülay Özcanoğlu