Tanıdık Bir Kokunun Yok Oluşu
Uzun bir yılan gibi kıvrılan patika yolun sonu, eskiden olduğu gibi ‘Eğitim Vadisine’ çıkmıyordu. Eskiden sadece eğitim vermek amacıyla oluşturulan beş okullu bir kampüs artık sanal sebze yetiştirmek için küresel bir üretim merkezi haline gelmişti. Şehirden uzakta kocaman bir alanda, etrafı elektirikli tellerle kaplı ve eski otoparkı şimdilerde bir soğuk hava deposu olarak kullanılan bu geniş meydan, onlarca helikopterle korunuyordu. Anılarımda burası öğrencilerle dolu, kıpır kıpır bir kampüsken şimdi soğuk, hastalıklı ve rutubet kokulu vahşi bir üretim fabrikasına dönüşmüştü. Belki bu fabrika neslimiz için olması gerektiği yerde ve kalitedeydi ama eskileri hatırladıkça bu duruma bir türlü alışamıyor, Hipodrom’un at kokulu sokaklarından, Millet Mahallesi’ne her inişimde, yaşadığım eğlenceli lise hatıraları peşimi bir türlü bırakmıyordu. Kampüs bekçilerinden gizlice kaçarak, öğle aralarında yemek yemeye gittiğimiz kaldırımlar şimdi pörsümüş birer balık iskeleti gibiydi ve bu düşünceler aklımdan geçerken ben şimdi yeni üretim merkezinin güvenliğinin önünde, iş başı yapmak için elimde hizbe bir güvenlik kartıyla sıra bekliyordum.
Çok uzun yıllar ya da çok uzun asırlar önce değil yalnızca yirmi yıl önce kaldırımları renkli taşlarla kaplı, akşamları göğe uzanan lambalar turuncu ışıkları yakılı ve bu büyük kampüs pudra pembesi binalarla çevrili bir eğitim arenasıydı. Şimdi soğuk hava deposu olarak kullanılan otoparkta eskilerde, liselerarası müzik yarışmaları düzenlenir, anne babaların geldiği mezuniyet törenleri hazırlanır, on yedili genç sevgililerin ilk aşk tohumları burada atılırdı. Kampüsün yanına bitişik çocuk yurdundan bazen birkaç kabadayı kılıklı küçük çocuk gelir, kampüsün içinde oynayan aile çocuklarına sataşır, dikenli tellerin üzerinden birbirine saldıran ufak çocuklar kimin nereden geldiğini unutur ve birbirlerini dövmeye başlarlardı. Girişte öğrencilere büyüklük taslayan üç beş bekçi jopları ellerinde koşarak otoparka gelir, çocukları ayırır, yurttan gelen ana babasız çocuklara küfürler savurarak olayı sonlandırırlardı. O vakit yurtlu çocuklar başları önlerine eğik, kendi mekanlarına doğru uzaklaşır ve hayata isyan ederlerdi.
Her gün bu anıları anımsamaktan kendimi alıkoyamıyordum, şimdi sıra bana gelmişti. Kocaman şeffaf jelatinler ve koruyucu plastiklerden yapılmış üniformasıyla, iri yarı bir adam, oturduğu yerden kalkmadan, gözündeki koruyucu gözlüğü düzelterek, küçük kutucuğu gösterdi:
-Kartını şuraya okut ve geç hadi, oyalanma!
Monoton olarak yaptığım bu hareketin gün aşırı bana yeniden hatırlatılıyor olmasına sinir olsamda aceleyle kartımı okutup, kutucukta yanıp sönen mavi ışığı görünce iş yerime gitmek üzere yöneldim. Beyaz maskemi kulaklarıma güzelce geçirmiş, gözlüğü suratıma yerleştirmiştim. Merkeze girmeden önce herkes kendi dolabına gider ve bir astronotu andıran şişme formalarını giyerdi. Bu formalar her gün mesai bitişi dezenfekte edilir ve yine yerlerine asılırdı. Şişme kostümü üzerime geçirip, kat sayısını yıllardır bilemediğim uzunca beyaz binaya giriş yaptım. Her katta güvenlikler sağlık değerlerimi ve üzerimdeki mikrop yüzdeliklerini kontrol ettiler. Nihayet çalışma katım olan on dokuza varmıştım, on dokuz katı da merdivenle çıktım, çünkü teknolojinin bu dur durak bilmeyen hikayesinde asansörlere artık yer yoktu ve her katta bir bir sağlık kontrolünden geçmeniz için bu işkenceyi size çektirilerdi. İlk zamanlar daha yukarıdaki katlardaydım ancak işimde ilerdikçe beni yavaşça aşağı katlara verdiler ve şuan en büyük hayalim zemin katta çalışmaktı ancak biliyordum ki bunu gerçekleştirebilmek için en az otuz senemi burada geçirmeliydim. On dokuz katı çıkan bacaklarım normal bir halde gözüküyorlardı sonuçta artık alışmış, ilk zamanlar ödem ve ağrıdan işimi düzgün yapamasamda şimdi bağışıklık kazanmışlardı. Üç kişi çalıştığımız BESÜROD’a girdim. Burası besin üretme odasıydı. Kocaman bir evin salonu genişliğinde yapay bir tarla, ardından tarlaya uzun borularla bağlanmış yapay su hortumları ve yeni yeni yeşermeye başlamış küçük tohum parçacıkları vardı. Tarladan uzakta üç bilgisayar, üç tane üç boyutlu yazıcı, çeşitli deney tüpleri, kesici aletler, elektrik malzemlerinin olduğu uzun bir dolap vb. birçok araç gereç bu büyük çalışma odasında bulunuyordu. Ben bilgisayara, üretilecek besinin değerlerini, içinde bulunan asitleri, mineralleri ve bunun gibi nice şeyi önümdeki alete yazıyordum, işim buydu. Bugünkü ürünümüz domatesti. Ah! Domates, bu kadar özleyeceğim, kokusunu bu kadar duymak isteyeceğim başka bir şey daha var mıydı emin değildim. İstemsizce, makinenin onaylamasını beklerken hayalgücümle salgından önceki Bursa tarlalarına gidiverdim.
Yaşadığımız zamanın ve içinde bulunduğumuz özgürlüğün önemini fark edemediğimiz, tadına varamadığımız zamanlardı. Ben üniversite okuyor, çılgınca gezip dolaşıp eğleniyor, arada bir de haberleri takip ediyordum. Genç cenah, birtakım olaylar gerçekleştiğinin farkına varmıştı ancak bize yakın bir yerde kıyamet henüz kopmadığı için bunu çok önemsememişlerdi. Önüme çıka her haberde Asya’da birilerinin ölmesi hoşuma gitmese de ‘buralarada virüs falan yok’ mantığıyla işlerime ve gündelik yaşantıma olduğu gibi devam ediyordum. Zaman geçtikçe önce Avrupa’ya sonra Orta Doğu’ya yayılan bu öldürücü grip salgını bizim ülkenin sınırlarına kadar gelmişti ve artık yapılacak tek şey sınıra dayanan bu salgına yakalanmamak için kendi hayatımıza bazı sınırlar koymaktı. Çok hızlı gelişen bir süreçte dünle bugün arasında bir anda milyon tane değişiklik oldu. Dün kafelerde kahve içerken herkes, evinde kahve içmeye; okullarımıza giderken bilgisayar üzerinden eğitim almaya; sokaklarda koşup oynarken, yasaklı günlerin kalkmasını beklemeye, başladı.
Beni yaralayan en önemli şey ise nefes aldığım her anın, doyasıya tadını çıkarmayı sevdiğim hayatımın, artık nefesinin kısıtlanmış olmasıydı; beyaz maske artık benim ebedi düşmanımdı. Ne onu takmadan dışarı çıkabiliyor ne de onu takarak keyifle dolanabiliyordum, seçenek yoktu, zorunluluklar vardı ve bunlar yeni bir dünya düzeninin oluşumda ortaya çıkan küçük habercilerdi. Sonradan öğrendik ki bizi daha kötüleri de bekliyordu.
Salgında dışarı çıkamadığımızdan yasak kalktığı bir gece apar topar Bursadaki köy evimize yerleşmiştik. Büyük bir araziye sahip olan bu geniş köy evinde farklı farklı meyveler ve sebzeler yetişirdi. Yoncalar, güller, zambaklar her yere mis gibi kokular yayardı. Ben sabahları kalkar maske takmama gerek olmadan, önce gerekli sulamaları yapar, sonra da kendimi tarlalara atarak tüm günümü bitkileri severek, onlarla konuşarak ve kitap okuyarak geçirirdim. En sevdiğim, kuşkusuz tadı ve kokusu benim için bir numarada yer alan domateslerdi. Onların o taze, doğal, hoş kokusu beni uzaklara götürür, vıcık vıcık suları içimde hep küçük bir çocuğu uyandırırdı.
Makinenin alarm veren sesiyle bir anda yaşadığım ana, sert bir tokat darbesi almış gibi döndüm. Ne kokusu vardı ne de tadı bu kapsül domateslerin. Belki kokusu vardı, üretilirken yayılıyordu odaya ama bilemezdik. Üsütümüzü, elimizi burnumuzu, gözümüzü hiçbir yere süremezdik. Eve de alamazdık çünkü fiyatları büyük bir antrikot parçasıyla hemen hemen eşdeğerdi. Tüm gün burada ürettiğim sebze ve meyvelerin yalnızca büyüyüp, yeşeren halini görürdüm ve onları uzaktan seyrederdim.
Mesai bitiminde, üzerimdekileri sıyırıp dezenfektan makinesine attım ve maskemi değiştirip, çıkış kapısına doğru yürüdüm. Arkamdan cılız ve maskeden ötürü boğuk bir çığlık sesi yükseldi, bu çığlık anlamını dolduramayacak şekilde kısıktı da:
-Hey, bekle, bak bana, buraya gel hemen!
Arkamı döndüğümde odadaki çalışma arkadaşım bana gizli bir şeyler anlatmak istercesine ısrarla yanına çağırıyordu. Koşarak yanına gittim, şaşkınlığımı belli ederek, ne olduğunu sordum:
-Şimdi sakin ol, bu akşam evimize büyük bir sürpriz götürebileceğiz, işte bunlardan!
Üniformasının altından küçük turuncunumsu yuvarlak bir domates çıkartıp gösterdi. Gözlerime inanamadım, bunu nasıl aldığını ve eldivensiz elinin ona nasıl dokunduğunu bilemk dahi istemiyordum ancak onun elinden kapıp koklayarak, ağzımdan acı sularının aktığını hissetmeyi öyle çok istiyordum ki:
-Nasıl aldın bunu nasıl, bana da ver hemen, lütfen ahh!
Güldü. Kolumdan tutarak koridorun sonundaki karanlık köşeye götürdü. Bu köşe eski otoparka, yani yeni soğuk hava deposuna bakıyordu. Küçük kapı gibi bir duvarı itti ve arkasında milyonlarca çuval domates bir yakut gibi gözümün içinde parladı. Gözlerim çok açılmış olacak ki devam etti:
-Bak, burası ‘artık ürünlerin’ olduğu kısımmış. Bende bir arkadaşımdan duydum, o beşinci katta çalışıyor. Güya yöneticiler buradaki ürünlere çalışanların eli, derisi ya da vücudundan bir parça değdiği için bu domatesleri burada aylarca bekletiyorlarmış, merak etme belli bir sayısı falan da yok, yani biz şimdi buradan bir çuval alsak da kimsenin ruhu duymaz!
Heyecanla ve ağzımdan sular akarak ekledim:
-Peki ya bu domatesler virüslüyse?
O anda ikimizin de gözleri doldu ve birbirimize bakarak, yere çömeldik. Arkadaşım elindeki domatesi usulca yere bıraktı ve odadan dışarıya bir hayalet gibi süzüldü. Uzun dakikalar boyunca bu kırmızı küçük bitkilere bakarak düşündüm. Kapıya yöneldim ancak çıkamadım bir tane büyük boy domatesi alıp cebime soktum. Oldukça parlak ve sulu görünüyordu, temizdi.
Kampüsün çıkış kapısına yürürken yine aklıma burada delice oynadığımız, gülüştüğümüz, şakalaştığımız, kavga ettiğimiz günler geldi. Elimi cebime attım, sıcak domatesin yanında iş kartım duruyordu. Küçük kutuya okuttum, kırmızı ışık yanıp söndü ve teller açıldı, güvenlikçi arkamdan kaba bir ses tonuyla:
-Acele edin, hadi, çabuk!
Diye arkadakilere bağırmayı sürdürüyordu. Patika yola girince etrafı iyice kolaçan edip, kimsenin olmadığına emin olunca domatesi cebimden çıkardım, uzunca bir süre ay ışığının altında parlayan alacalığına baktım. Ellerimle güzelce sildim. Maskemi çeneme indirdim.
İçimden hayal kırıklığına uğramamak için binlerce kez dileklerde bulundum ve domatesi yavaşça burnuma dayadım. Nefes alamıyordum çünkü sonucundan korkuyordum. Virüs, salgın, hastalık bunların hiçbiri benim için önemli değildi tek merak ettiğim bu domatesi koklayınca anılarımda tarlaların canlanıp canlanmayacağıydı, o tanıdık kokunun beni nasıl etkileyeceğiydi. En sonunda cesaretimi topladım ve uzun bir nefesle domatesi içime çektim. Ayışığına baktım, patikaya baktım hala bir yılan gibi kıvrıktı. Tekrar uzaklaştırıp tekrar kokladım, sonra bir daha ve binlerce kez daha, ama domates kokmuyordu. Hiçbir şey kokmuyordu, benzer bir koku, tanıdık bir koku ya da yeni bir koku?
Hayır, hiç kokmuyordu. Şuan aldığım nefesle aynıydı, hava gibiydi. Yeni bir umutla tadına bakmayı istedim, belki ısırdığım zaman kokusunu alabilirim diye düşündüm ve kocaman bir ısırık aldım. Çiğnedim, çiğnedim. İçinden sular akmıyordu, tadı demir bir baltayla eşdeğerdi, sanki sadece yüklediğimiz vitaminlerin bitkisel tadı vardı bu sebzede. Suları akmıyor, tembihlenmiş bir çocuk gibi hiçbir yerimi kirletmiyordu.
Domatesi yere fırlatıp, patika yolda yürümeye devam ettim, Hipodromu geçtim, atlar uyuyordu, Millet Mahallesinin dar sokaklarından evime yürürken, ayağım bir metal yığınına takıldı ve bir anda yutkundum. Bu da neydi böyle, farklı yoğun bir mide yanması, bir hıçkırık, değişik tatta bir nefes kıpırtsı. Yutkunduğumda domatesin o acı tadını tüm uzuvlarımda hissettim. Mutlu olmuştum, en azından acılığı hala duruyordu bu da koyduğumuz asitten kaynaklanmalı diye geçirdim içimden. Metal yığınına bir tekme atarak söylendim:
-Eskiden yerlerde muz kabukları olurdu şimdi ise metal enkazları…
Domatesin yok olan tadı ve kokusu, hayallerimdeki eski tat ve kokuyu kaybetmeme engel olacak diye bir daha asla bu yeni ürünleri denememeye karar verdim. Zihnim bana küçük oyunlar oynuyor ve canım sıkıldıkça aklıma tarlaları, çiçekleri, böcekleri getiriyordu. Burnumda o kokuyu hissetmek, ciğerlerime kadar çekmek istiyordum. Ama yazık ki teknoloji o kadar gelişmemişti, hayaller gözlerimin önüne geliyordu ancak kokusu burnuma ulaşamıyordu.
Şimal Yanpınar